Ahmet İnsel
Açık bir diktatörlükte demokratik muhalefetin birinci talebi genellikle serbest ve adil seçimlerin yapılmasıdır. Önce diktatörlüğün alametifarikalarından biri olan plebisit türü tek veya mostralık birkaç adaylı seçimlere son verilmesi, aday olmanın ve oy vermenin serbest olduğu, seçim sonuçlarının sandığa atılan oyları gerçekten yansıttığı gerçek seçimlerin yapılması talep edilir. Bunu seçim yarışının en azından biçimsel olarak eşit koşullarda yürütülmesi; iktidarda olmanın medyayı tekeline alarak, tek sesli bir propaganda yürütme imkânı sağlamaması gibi talepler tamamlar. Bu koşulların hepsi belki bir anda gerçekleşmez. Bunların biri veya birkaçı tam yerine gelmediği gerekçesiyle seçime katılmamak, sandığa gitmemek ve bir adım ileri gidip aktif bir boykot kampanyası yürütmek demokratik mücadele açısından tartışmalıdır.
Seçim sonuçları gerçekte ne olursa olsun, hile yaparak, zor kullanarak iktidarın kazandığının ilan edileceğinin aşikâr olduğu bir durumda insanın eli sandığa oy atmaya gitmekte zorlanır. Bu oy verme oyununa alet olmak istememek doğal bir ahlaki reflekstir. Katılmayarak gücünü göstermek arzusu öne çıkabilir. Ama seçim sonuçlarının çarpıtılabildiği bir ortamda, katılım oranının da sahte olmayacağının bir güvencesi yoktur. Buna karşılık oyunun çalınacağını bile bile sandığa gitmenin, iktidara karşı oy kullanmanın (tek aday varsa boş kullanmanın, muhalif parti veya adaya oy vermenin) siyasal-toplumsal anlamı, ortalıkta hiç gözükmemekten çok daha büyüktür. Bir de oyunu çaldırmama mücadelesi vermek için, ki bu da son derece önemli bir yurttaşlık mücadelesidir, önce sandığa oyun atılmış olması gerekir.
Bugün Türkiye'de meşruiyetini seçimlerden almaya devam eden bir otokrasi rejimi yürürlükte. Ama otokrasinin çoğul katılımlı bir seçim meşruiyetine olan ihtiyacı ortadan kalkmış değil. Bu nedenle birçok açıdan diktatörlük özellikleri sergilese de, rejimi tam anlamıyla diktatörlük olarak nitelemek zor. Otokratın diktatör niteliklerine sahip olması, rejimin dört dörtlük bir diktatörlük olduğunun yeterli göstergesi değildir.
Yakın tarihte olduğu gibi, bu seçim kampanyasında da iktidardaki ittifakla muhalefet güçlerinin arasında büyük, çok büyük bir eşitsizlik olduğu da tartışma götürmez bir somut veridir. Muhalefetin etkili bazı güçlerinin hapisle, yasaklamayla seslerinin kısıldığı bir ağır baskı ortamında yerel seçimler yapılıyor. Daha önce son genel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve halkoylaması OHAL yönetimi altında yapılmıştı. Bugün ise OHAL'siz olağanüstü hal rejimine tekabül eden, keyfiliğin hüküm sürdüğü cumhurbaşkanlığı hükümeti yönetimi adı altında yapılıyor. Güçler ayrılığı ilkesinin yürürlükte olmadığı bir otokrasi rejiminde seçim sonuçlarının gerçeği yansıtmama ihtimali de güçlüdür. Ne var ki iktidarın bunu sessizce ve kolayca başarabilme imkânı, muhalefetin sandıklara, seçim tutanaklarına sahip çıkma kapasitesiyle ters orantılıdır. Ayrıca iktidarın makbul olmayan yerel yönetimleri mali olarak boğma imkânına da artık sahip olduğunu biliyoruz. Bu durumda gene de oy vermenin bir anlamı var mı? Diktatörlüklerde demokratların sahip olmak için mücadele ettikleri bir siyasal hakkı kullanmamak mı demokrasi mücadelesini pekiştirecektir?
31 Mart seçimlerinde oy vermemesinin anlamı olan yegâne seçmen grubu, bugüne kadar AKP veya MHP'ye oy vermiş, artık bu partilere oy vermek istemeyen ama çeşitli nedenlerle eli muhalefet partilerine oy vermeye gitmeyen seçmenlerdir. Oy vermeyerek Cumhur İttifakı'nı onlar cezalandırabilirler. Oy vermeyerek muhalefet partilerini “cezalandırmanın” kimi mükâfatlandırma anlamına geldiği açıktır.
***
Kadri Gürsel bu sitede dün yayımlanan yazısında, ne son referandumun ne 24 Haziran seçimlerinin meşru, adaletli ve serbest olduklarını belirttikten sonra, çok önemli bir noktaya işaret etti:
“[Ama bu seçimler] gerçek idiler. 31 Mart 2019 yerel seçimleri de böyle olacaktır. Gerçek, fakat hiç de adil ve serbest değil. Madem bu seçimler gerçektir, o halde 31 Mart akşamı bazı önemli şehirleri [iktidar] gerçekten de kaybedebilir.”
Adil, meşru ve serbest olmayan seçimleri iktidarın gerçekte kaybetmesi, velev ki sonra hile hurdayla seçim sonuçlarını tanımamaya teşebbüs etse de, keyfi yönetimin zirve yaptığı yürürlükteki seçimli otokrasi rejimine karşı kararlı ve dirençli bir toplumsal muhalefetin varlığını ve bunun çoğunluğu oluşturduğunu gösterir.
Bugün iktidardakilerin büyük kentlerde seçilecek muhalif belediye başkanını görevden almayla, hapisle tehdit etmesi bile, dayandıkları son meşruiyet kaynakları ile aralarındaki bağı kopartmaya fikren hazır olduklarını gösteriyor. HDP milletvekillerinin, HDP yöneticilerinin 12 Eylül rejimini aratmayan bir uygulamayla kitleler halinde tutuklanmasıyla aslında zaten kopmuş olan bu bağın, ülkenin batısında da kopmasının ne sonuç vereceğini şimdiden kestirmek zor. Ama her durumda Cumhur İttifakı'nı bu son hamleyi de yapmak zorunda bırakmanın; kaybettiğini, azınlıkta olduğunu ve aczini şiddetle örtmekten başka çaresi kalmadığını kabul ettirmenin sonuçlarını küçümseyemeyiz.
Demokrasi güçlerinin birincil talebi gerçek seçimlerin yapılmasıdır demiştik. Bugün Türkiye'de adil ve serbest olmayan seçimler yoluyla bile olsa iktidarı zor durumda bırakmak, birçok kentte yerel yönetim seçimlerini kazanmak; bu kentlerde yaşayan çok geniş bir kitlenin derin bir nefes almasını sağlamak; kolayca yabana atılacak, dudak bükülecek gelişmeler değildir. Sandığa gitmeyerek elde edilecek müphem sonuçtan çok daha gerçektirler.
Diğer yandan siyasal nedenlerle kayyım atanmış bütün belediyelerde seçmenin ısrarla, sebatla kendi seçtiği başkanı göreve yeniden getirmesinden daha acil bir demokratik görev var mıdır? 31 Mart akşamı bütün bu belediyeleri HDP'nin adaylarının kazanması, milliyetçi-mukaddesatçı iktidar bloğunu aslında büyük bir acz sergilemeye zorlamış olmayacak mıdır? Bu aczi iktidarın başının seçilmişlere, seçilecek olanlara karşı görevden alma, hapsetme tehditlerini giderek daha fazla savurmak zorunda kalması ele veriyor. AKP-MHP ittifakını panik içinde bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış kadar telaşlı bir kampanya yürütmeye savuran etmenlerden biri muhalif seçmenlerin sandığa gitme kararlılığı değil midir?
Türkiye'de büyük ölçüde serbest, adil (yüzde 10 barajının adaletsizliğine rağmen!) ve meşru seçimler en son 7 Haziran 2015'te yapıldı. O günden beri Türkiye her seferinde daha az adil, serbest ve meşru seçimlerle hukukdışı ve keyfi bir yönetim batağına batıyor. Ama seçim her şeye rağmen gerçekliğini bütünüyle kaybetmediği için, seçmen topluluğunun takriben yarısı ve belki yarısından biraz fazlası iktidardaki gücün açık bir diktatörlüğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel olarak seçimleri görmeye devam ediyor. Bu safdil bir yanılgı mıdır? Bir başka “yararlı budala” davranışı mıdır? Böyle düşünüp, Cumhur İttifakı adaylarının kaybetme ihtimali olan kentlerde 31 Mart günü sandığa gitmemeyi radikal bir mücadele biçimi olarak seçecek olanların omuzlarında, bu iktidarın keyfi yönetimini kolaylaştırmış olmanın ağırlığı kalacaktır.
*Bu yazı ilk olarak Birikim dergisinde yayınlanmıştır.